"Enter"a basıp içeriğe geçin

Tahir Emre Kimdir? – Haberinolsun.net.tr

Anneannem Rabia ve dedem Karaman Siyahser (Karabaş Veli) Camisi İmamı Tahir (Özeren) Hoca’nın, babaannem Havva ve dedem Zengenli Durmuş Ali (Emre) Hoca’nın ilk çocukları Fadime Özeren ve Mehmet Emin Emre’den olma ilk çocuk ve sülâlemin ikinci torunuyum. O yıllarda doğum günü kutlama alışkanlığı yaygın değildi. Aklımın yeni yeni ermeye başladığı yıllarda “ben ne zaman doğdum?” sorumu annem; “doğduğunda kayısı ağacı çiçekleri yeni yeni çağlaya dönmeye başlamıştı” diyerek yanıtlamıştı .

Üç dört yaşlarımda, yeni imara açılmış olan “Terzilerin Bahçesinde”, babamın yaptırdığı taş duvarlı, toprak damlı, tek katlı, üç “gözü” (oda) ve tandır-ocaklı geniş bir “aşenesi” (aşhane-mutfak) olan bahçeli evimize taşındığımızı hayal meyal anımsıyorum. “Bahçe Çıkmazı” tabelasını taşıyan sokağımızda henüz tek tük evler vardı. Komşularımızdan biri Öğretmen Mustafa Alkan ailesiydi. Oğlu Murat ile mahallede başlayan ve üniversite sınıf arkadaşlığından sonra da devam eden arkadaşlığımız o günlerde başladı. Akşam ziyaretlerinden birinde, misafir odamızın duvarında asılı duran Hayat Mecmuası armağanı, ressam Namık İsmail’e ait “Harman” resmini görünce Mustafa Alkan öğretmenin, Ermenekli şair Ahmet Tufan Şentürk’ün, “Bir harman yerinde açılmış gözüm” ile başlayan şiirini okuyuşu daha dün gibi kulaklarımda.

Babamın işi nedeniyle 1956 yılı yaz aylarında gittiğimiz Gönen’de ilkokula başladım. Ne yazık ki adını unuttuğum bu ilk okulumda Muzaffer Yumrukçallı öğretmenim ile “alfabeyi sökmeye” başladık. “El ele, el ele, Pamuk ile el ele, Fino ile el ele…” Ancak daha ilk yarıyılı tamamlamadan, soğuk bir kış günü Karaman’a döndük.

Güneş İlkokulu’na kaydım yapıldı. Müdürümüz Ahmet Çiloğlu sert görünüşlüydü, ne kadar tatlı bir öğretmen olduğunu din dersimize girince öğrendim. Okulumuz, bahçesinden geçilerek birkaç basamakla çıkılan, tek katlı şirin mi şirin bir binaydı. İki kanatlı, ahşap bahçe kapısı önündeki merdivenlerinin yan tarafı simitçi Niyazi Amca’nın değişmeyen yeriydi. Çift gözlü, üstten kapaklı, oval sapı bez ile kaplı, küçük simitçi “tezgâhı” iliştiği taburenin önünde dururdu. Birkaç tanesi cam tezgâhın üzerinde duran simitlerden yayılan mis gibi susam kokusu tüm bahçeye yayılırdı. Tiryakisi olmak için bir kez tadına bakmak yeter de artardı. Sanki Niyazi Amca hiç evine falan gitmez, sürekli aynı yerde oturur, öğrencilere göz kulak olur, onları beslerdi. Okula ne kadar erken gidersem gideyim, hep aynı yerde bizi beklerdi. Bekletmeden, incitmeden onca öğrenciye verdiği hizmeti gören hiç kimse ona görme özürlü diyemezdi. Annemin mayalı ekmek sıkmasını yemiş olarak evden çıkmama rağmen, okulda ilk işim Niyazi Amca’dan yüz paraya (2,5 kuruş) yarım simit almaktı. Benim için yarım simit almanın en cazip ve öğretici yanı, Niyazi Amca’nın simidi iki eşit parçaya bölme hassasiyeti ve maharetini izlemek olmuştur. Bu davranışıyla bizlere “görmesen de tanımasan da kimsenin hakkını kimseye geçirme, adil ol” öğretisini uygulamalı olarak gösteriyor olmasıydı. Aldığı parayı, parmaklarıyla yokladıktan sonra, özenle yeleğindeki ceplerden birine koyar ve her biri yeleğinin ayrı bir cebinde olan bozuk paralardan paranın üstünü verirdi.

İkinci sınıfın sonuna kadar Vildan Unat öğretmenim ile devam ettikten sonra üçüncü sınıfın başında öğretmenimiz değişti. Yeni öğretmenimiz Osman Ertaş olmuştu. Ünlü şairimiz Bekir Sıtkı Erdoğan’ın oğlu Yahya sınıf arkadaşlarımdandı. Osman Ertaş ve “elişi” dersimize giren eşi Makbule Ertaş öğretmenlerimiz İvriz Köy Enstitüsü mezunuydular. Onlardan “müfredat” ile sınırlı okuma-yazma-matematik-hayat bilgisi dersleri dışında çok şey öğrendim. Bana asıl öğrettikleri yurt sevgisi ve aydınlanma sevdası oldu. Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığını, Atatürk’ün kim olduğunu, ilkelerini, Cumhuriyet’in anlamını da onlardan öğrendim. Osman-Makbule Ertaş sayesinde Köy Enstitüsü şavkı vurmuştu yüzümüze. Osman öğretmenim çok güzel mandolin çalardı. Mandolin eşliğinde bir şölen havasında geçen müzik derslerimiz her zaman belleğimde tazeliğini koruyor. “Manastırın ortasında var bir havuz. “Türkü tutkum o günlerin yadigârıdır”. Öğretmenimden mandolin çalmayı öğrenmeyi çok istedim. Öğretmenimin “Babana söyle sana bir mandolin alsın” önerisini ilettiğimde babamın “Ne yapacaksın mandolini, çalgıcı mı olacaksın?” yanıtı ile konu kapandı. O zamanlar baba “lafı” üstüne “laf” söylenmezdi. Bastırılmış olan telli müzik aleti çalma isteğim hala içimde bir “uhde” olarak tazeliğini korur. Kim bilir belki bir gün…

Osman-Makbule öğretmenlerimin bu günlere gelmemdeki katkıları anlatmakla bitecek gibi değil. Onları hiçbir zaman unutmadım, unutamam, unutmayacağım. Ertaş Öğretmenlerim ile ilişkimiz öğrencilikle sınırlı kalmadı. Emekli olduktan sonra İzmir’e yerleştiklerini biliyordum. 1980 yılında İzmir’de yaşamaya başladığımda ilk aradığım kişiler onlardı. Öğretmenler gününde mutlaka ziyaretlerine giderdim. Her zaman kapıda karşılarlar, şık ve zarif ama sade giyinirlerdi. Osman öğretmenimi hiçbir zaman sakalı uzamış veya kravatsız görmedim. Ziyaretlerimiz 1989 yılından itibaren eşim Selmin eşliğinde devam etti, onlar aramızdan ayrılına dek.

Yavaş yavaş okumayı söktüğüm günlerde “İstiklal Madalyalı” dedelerimin “Şu haberleri oku da dinleyelim” diyerek Cumhuriyet gazetesini elime tutuşturdukları an, o günlerde en çok heyecanlandığım anlarımdı. İlk okuduğum haberin sonunda “dev. sa.3 sü.4, dede bitti” diye sevinirken Durmuş Ali dedem gazetenin sayfalarını evirip çevirip belli bir yeri göstererek “haberin devamı burada” diyerek “dev. sa.3 sü.4” ün anlamını açıklamıştı. Dedelerim sayesinde okuma hızım kısa zamanda epey yol aldı.

Adaş Dedemin “Okulda şiir ezberledin mi?” sorusuna verdiğim “evet” yanıtım ardından “Sedire çık, ezberlediğin şiiri oku da dinleyelim” demesi ve ben “Uzun uzun kavaklar dökülüyor yapraklar…” şiirini okurken gözlerinden sessizce süzülen yaşlar hiç aklımdan çıkmaz. İlerleyen yıllarda sahnelerde şiirler okurken çocuklukta yaşananların insan yaşamında ne kadar önemli olduğunu kavradım ve her defasında aile büyüklerimi ve öğretmenlerimi sevgi, saygı ve özlemle andım.

Doğum günümü okuma yazma öğrendiğim günlerde babamın 4. yaş günümde çektirdiği fotoğrafın arkasına düştüğü nottan öğrendim. Osman Ertaş öğretmenimden 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın anlamını öğrendikten sonra doğum günümü soranlara 23 Nisan Bayramı’nın arife günü doğduğumu söylerken kendimce göğsüm kabarırdı.

İlkokul yıllarımda, coşkuyla kutladığımız Cumhuriyet ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenleri başlamadan önce, ilerlemiş yaşına rağmen, Hacı Sami Tartan Amca’nın oğullarından birinin kolunda şeref tribününde yerini alması belleğimde tazeliğini koruyor. Ayrı bir coşkuyla kutlanan Cumhuriyet Bayramı törenlerinde esnaf ve zanaatkârların, traktör veya kamyonet kasalarına yerleştirilmiş olan tezgâhları başında çalışmalarını simgeleyen hareketlerle, uzun bir konvoy oluşturarak İsmet Paşa Caddesi boyunca yaptıkları resmigeçidi izlemeye doyum olmazdı. Geçit anında yaptıkları eserlerden bazılarını izleyicilere armağan ederlerdi.

Bir gün sınıf arkadaşlarımla Ferit (Çelebi) Amca’nın sinemasında Fakir Baykurt’un ünlü romanı “Yılanların Öcü”nden Metin Erksan’ın sinemaya uyarladığı filmi seyretmeye gitmiştik. Çıkışta film üzerine sohbet ederken ağzımdan “ilan” sözcüğü çıkar çıkmaz, babasının tayini sonucu Karaman’a gelmiş olan arkadaşım Ahmet Şenalp “ilan değil oolumyılan” diye beni düzeltince, biraz mahcup olsam da o günden sonra Karaman şivem üzerinde düşünmeye başladım.

Çocukluk ve ilkokul yıllarımda evimizin önündeki “Terzilerin Bahçesi”nin, henüz bina yapılmamış geniş boş alanı oyun ve eğlence yerimizdi. Mahalle arkadaşlarımızla “birdirbir”, “istop”, “billi”, “katır (topaç) döndürme”, “elim sende”, “beş taş”, “bilye”, “aşık” ve “top” oynardık. Lastik veya naylon (plastik) bir top ile çift kale futbol oynamaktan ayrı bir tat alırdım. Top patladığı zaman içine gazete kâğıdı doldurur veya o da olmazsa gazete kâğıdı tomarını ip ile sarar maça devam ederdik. Baharın bir başka habercisi mahallemizdeki ağabeylerimizin bu meydanda havalandırdıkları uçurtmalar idi. Heyecan ve hayranlıkla izlerdik. Nasıl yapıldığını üşenmeden ayrıntılı olarak bizlere açıklarlardı. Gücümün yettiğini sandığım yaşlarımda gazete kâğıdı, kamış ve hamur ile uçurtma yapmayı denedim ancak “terazisini” tutturmak ve ağırlığından dolayı havalandırmak kolay bir iş değildi. Uçabilen uçurtmaların defter ve kitap kaplamada kullandığımız “yağlı kâğıttan” yapıldığını, hamur yerine yumurta akı kullanıldığını öğrendim ama benim o büyüklükte yağlı kâğıdım yoktu.

Ev işlerine ufak tefek yardımlarım bu yıllarda başladı. “Erkek egemen” davranışı olmayan babam, anneme yardım etmemi özendirirdi. Annemse “sen benim hem oğlumsun hem de kızımsın” diyerek gönlümü alırdı. Yaşıma uygun olarak, cam silme, tahta fırçalama, annem mayalı ekmek yaparken sabahın köründe tandıra kesmik atmaya kadar yapmadığım “ev işi” kalmadı ama hiçbir zaman yakınmadım.

Güneş İlkokulu’nu 1960-61 öğretim yılında bitirdim. Sonunda okulumuza komşu binada eğitimini sürdüren, sınıfımızın penceresinden biraz da gıptayla izlediğimiz ağabeylerimizle aynı okula gidebilecektim. Babamla Karaman Lisesi orta kısmına kayıt olmak için gittiğimizde, benden başka kısa pantolonlu aday görmediğim için nedense biraz utandığımı anımsıyorum.

Ortaokulumuzun öğretmen açığı çoğunluğu Köy Enstitüsü mezunu ilkokul öğretmenleri ve üniversite mezunu Karamanlı büyüklerimiz tarafından gideriliyordu. Aklıma ilk geliverenler İbrahim Ergenekon, Osman Ertaş, Ahmet Altay, Mustafa Alkan, Necati Güngör, Mehmet Çamlıbel, Ali Ünüvar ve Ali Duru. Derslerden birinde, öğretmenimiz ile sınıf başkanımız Hacı Hasan Diler arasında “sınavlarda neden yüksek not alınamıyor” tartışması başladı. Hacı Hasan’ın “çalışıyorum ama bir türlü olmuyor” gerekçesine karşılık öğretmenimiz beni göstererek “Peki Tahir nasıl alıyor?” der demez sınıfın en cüsseli delikanlısı Hacı Hasan, davudi sesiyle “Ama hocam o akıl topağı” diye içinden geleni söyleyiverdi. Kendince öğretmeni sıkıştırmak istese de asıl sıkışan ve sıkılan ben oldum. Yüzüm alev topuna döndü. Bereket yaşamımdaki bu ilk ve son “lakabım” çabuk unutuldu da “oh be” diyebildim.

Ortaokul yıllarımda “koca adam” olduğumu göstermek için karlı bir kış sabahında damdaki karı kürümeye çıkan babama eşlik etmek istedim. Kırmadı. Birkaç tekrardan sonra damdaki karı tek başıma kürüyebileceğimi söyledim. “Düşüp bir tarafını kırmayasın” derken ses tonundan babamın izin verdiğini anlamıştım. Çok sevindim. Bir sonraki kar yağışını iple çektim. Ve bir kuş gibi dama fırlayıp kar kürümeye başladığım anı her zaman özlemle hatırlarım.

Belki toprak damdaki karı kürümek için, belki de kar yağışı anındaki sakinlik ve duruluk için, belki de beyaz örtü Karaman’a çok yakıştığı için, kar yağarken içimi sonsuz bir huzur kaplardı. En çok sevdiğim anılarımdan biri de lapa lapa kar yağışını izlemek ve mest- lastiğimin çıkardığı ses armonisi eşliğinde, diz boyu karlı sokakları geçerek okula gitmek olmuştur. Bu özlemim kar yağışına hasret kaldığım “İzmirli” yıllarımda çığ gibi büyüyerek sürüyor. Kim bilir bakarsınız bu sevdam kar yağan bir günde beni Karaman’a savurur.

O yıllardan aklımda kalan en hoş anılarım; kar yağışının ardından Seki Hamamı’na inen hafif eğimli buz tutmuş dar sokakta kaymak, güzel havalarda Terzilerin Bahçesi’nde veya “Bekdeşin Bulgurhanesi”nde bol bol futbol oynamak ve ağaçtan düşenlerimiz de olsa, Terzilerin Bahçesi çevresinde dizili, bakımsızlıktan dalları birbirine karışmış kayısı ağaçları üzerinde “ağaçtan inmemek koşuluyla” elim sende oynamaktı. Bir de mahallemizin “çürük su” çeşmesi yanında güller ve grapon kâğıtlarıyla süslenmiş bisikletiyle bekleyen, kırmızı mont ve potur pantolonlu “Muammer Bey”in, su doldurmaya gelen kadınlara, elinden düşürmediği çiçek demeti eşliğinde yaptığı zarif hareketlerle şarkı söylemesini izlemenin tadı başkaydı.

Ortaokul bitirme ödülü olarak babamın aldığı bisiklet bu spor dalına ilgimi arttırdı. Yakından izlediğim Türkiye Bisiklet Turu yarışçılarına özenip kendimce antrenmanlar yaptım. 1964 model, (vitessiz) bisikletimle Sertavul Geçidine kadar çıkmayı planladım ve adım adım hedefime yaklaştım.

Çocuk yaşlarda başlayan futbol maçlarına olan ilgim; Türkiye Kupası ve Fuar Şehirleri Kupası maçlarında fırtına gibi esen Göztepe Futbol Takımı formasını giyen, mahalle arkadaşım Ayhan’ın ağabeyi Çağlayan Derebaşı’nı ve sınıf arkadaşım Nejdet’in ağabeyi İzzet Kaylı’yı tanımış olmamın ve Karaman Spor futbol takımında top koşturan arkadaşlarımın (Zeynel Beyhan, Şıhali Yalçıner, Şemsettin Deveci, Basri Omurtak, İstanbullu Mustafa) katkısı ile lise yıllarında artarak sürdü. Ama nedense izlemekten çok oynamayı severdim. Uzun yıllar futbol oynadım. Şu anda bile futbol topunun çekim gücüne karşı koyamıyorum. Ne zaman futbol oynayanları görsem içimde bir kıpırtı başlar.

Karaman Lisesi’nin lise kısmı 1966-67 öğretim yılı başında, 1. İstasyon Caddesi üzerinde, İstasyon binası yakınındaki yeni binasına taşındı. Böylece Karaman Lisesi 5 Fen A sınıfı olarak eğitimimize yeni binamızda başladık. Bu arada Koçakdede Mahallesi, Kışla Caddesi (Nuh) Paşa Camisi yakınındaki yeni evimize taşınmıştık. Evimiz “tren istasyonuna” oldukça uzaktı. Henüz toplu ulaşım araçlarının olmadığı yıllar… Evden okula Kışla Caddesi, İsmet Paşa ve 1.

İstasyon Caddesi boyunca yürüyerek gitmem 45-50 dakikada sürüyordu. Hızlı ulaşım için tek seçeneğim 1964 model bisikletimdi. Sonraki yıllarda arkadaşlarım, bisikletle yanlarından vızzz diye geçişime gıpta ettiklerini söyleseler de kış günleri bisiklet üzerinde iliklerime kadar üşüdüğümü bir ben bilirim bir de ayazdan çatlayan ellerim ve ha dondu ha donacak olan parmaklarım.

Yeni binada başlayan lise eğitiminin ilk yılında çok sıcak bir gelişme oldu. Beden Eğitimi “öğretmeninin” lise son sınıftaki bir ağabeyimize fiziksel şiddet uyguladığının duyulması üzerine dersleri boykot ettik. Böylece, (henüz yalanlanmadığına göre) Türkiye’de boykot eylemi yapan ilk lise unvanını kazanmıştık. Kim bilir, belki de “68 kuşağı” olarak hafızalardan silinmeyen, haksızlığa, zulme ve baskıya başkaldıran, her zaman özgürlük ve bağımsızlıktan yana olan bir kuşağın ilk habercisi, öncüleriydik. Müdürümüzün (Ahmet Bakırcı) sevecen yaklaşımı ve şiddet uygulayan öğretmen hakkında soruşturma başlatacağı sözü ile iki gün süren eylem sona erdi. Müfettişlerin gelmesi fazla uzun sürmedi. Arkadaşlarla bir araya gelip soruşturmada ceza almayalım diye “üç maymunu” oynamayı kararlaştırmıştık. Soruşturma sonunda Beden Eğitimi öğretmenimiz değişti. Sınıfımızda bir arkadaşımız dışında disiplin cezası alan olmadı. Arif Sucu arkadaşımız “Boykota inanarak katıldım” dediği için bir hafta uzaklaştırma cezası aldı. Ancak bu ceza onun Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Op. Dr. olmasını engellemedi. Bir araya geldiğimizde kahkahalar eşliğinde anılarımızı tazeleriz.

Lise son sınıfta “6 Fen-A Veda Gecesi” düzenleme düşüncemizin Matematik (Güneş Özyurt) ve Fizik (Fevzi Aydın) öğretmenlerimiz ve okul müdürümüzün sıcak ilgisiyle karşılanması üzerine kolları sıvadık. Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’nı sahneye koymaya karar verdik. Ulvi Uraz Tiyatrosu’nun bu oyunu 1966 yılında ilk kez sahneye koyduğundan habersiz ve hiçbir tiyatro uzmanından yardım almaksızın (istesek de ulaşabileceğimiz böyle biri yoktu) provalar yaptık. Yönetmen koltuğunda Güneş Öğretmenimiz vardı. Hazırlık grubunda yer almama, arkadaşlarımın ve Güneş Özyurt’un yoğun ısrarına ve de okulun en kısa boylu erkek öğrencisi olmama rağmen, kendimle tam barışık olmadığımdan olsa gerek, çok istediğim halde “Güdük Necmi”yi oynamayı kabul etmedim. Böylesine güzel bir geceyle okulumuza el salladık.

Ortaöğretim yıllarımda Karaman Lisesi öğrencilerinin yaşamdaki başarılarını biliyordum. Bizim sınıfımız da çok başarılı idi. O yıllarda henüz “dershanecilik” ve “özel ders verme” furyası yoktu. Öğrenim hayatımızda henüz test sınavı ile karşılaşmamıştık. Üniversite giriş sınavında test soruları sorulduğunu, ilk kez Matematik öğretmenimizden lise son sınıfta öğrendik. Bunlara rağmen, bir an önce hayata atılmak için öğretmenliği seçen sınıf arkadaşlarımız dışında yükseköğrenime devam etmeyen yoktu. Üç büyük kent dışında sadece Erzurum ve Trabzon’da üniversite bulunan yıllardı. İstanbul, Ankara, Hacettepe, Ege, İstanbul Teknik, Ortadoğu Teknik ve Karadeniz Teknik Üniversiteleri’nin, tıp, diş hekimliği ve eczacılık fakültelerinden mühendislik fakültelerinin çeşitli bölümlerine, siyasal bilgilerden hukuk fakültelerine, eğitim enstitülerinden iktisadi ve ticari ilimler akademilerine ve Kara ve Hava Harp Okulları’na kayıt olan arkadaşlarım meslek hayatlarında doruğa ulaştı. Bu başarılara ailelerimizin, ilkokuldan liseye ve üniversiteye öğretmenlerimizin ve arkadaşlarımızın katkısıyla ulaştığımız inkâr edilemez.

“6 Fen-A/1968 Sınıfı” “Nevi şahsına münhasır” bir sınıftı. Lise sonrasında da arkadaşlık bağlarımız azalmadan sürdü. Mezuniyet sonrası, Nuran Mısırlıoğlu (Demiröz), değişmez sınıf başkanımız Durmuş Ali Dinçer, Şahin Yıldız ve Ahmet Büyükemre’nin çabaları ve tüm arkadaşlarımızın katkılarıyla düzenlenen ve Karaman’da bir araya gelmemizi sağlayan “mezuniyet yıldönümü yemekleri”, önceleri her yıl, sonraları 5 yılda bir yapılırdı. Sonrasında, belki de ilerleyen yaşımız nedeniyle, yeniden yılda bir toplanır olduk. Sonuncusunda Covid 19 salgını öncesi Karaman’da buluştuk. Yeniden buluşmak için salgının yakamızdan düşmesini bekliyoruz.

Babamın altı, annemin dört kardeşi vardı. Hala ve teyze açısından zengin olsam da bir amcam (Ahmet Hilmi-Monter Ahmet) ve bir dayım (Yusuf) vardı. En büyük halamın (Fatma Gezen) ailesi henüz Zengen (Başharman) köyünden Karaman’a “göçmediği” için “Köylü Halam” idi. Durmuş Ali Dedem, Hatice (Emer) ve Necatiye (Arısoy) halalarım ve Kadriye (Çevikkol) teyzemlerle evlerimiz birbirine çok yakındı. Sık sık ev ziyaretleri yapılırdı. Babaannem çok güzel yorgan dikerdi, evlerine giren çıkan eksik olmazdı. O yıllarda gelin ya da damat “çeyizlerinin” vazgeçilmezi olan patiska yüzlü yün yorganların pek çoğu babaannem ve halalarımın el emeğidir. Sünnet armağanım olan mavi patiska yorganımın güzelliğini unutamam. Ortaokul ve lise yıllarımda, düğünlerin olmazsa olmazı “Defci Dürüye Aba”yı, amcamın, halamın (Ayşe Şişik), dayımın, teyzelerimin (Hatice Özkan ve Münevver Karaca) “kına gecesi eğlencelerinde” tanıdım.

İlk ve orta öğretim yıllarımın tatil aylarında en önemli etkinliğim ya her fırsatta Tahir dedemlerin bahçesini ziyaret etmek ya da bir-iki hafta boyunca Zengen’e gitmekti. Dedemin evi ve elma bahçesi Siyahser Mahallesi “Gölyeri” mevkiinde idi (şu anda maalesef “Tahir Hoca parselleri” olarak kayıtlarda). Dedemin evinin bahçesine traktörün rahatça geçebileceği büyüklükte iki kanatlı kocaman bir cümle kapısından girilirdi. Cümle kapısının sağ tarafında kocaman bir aşene, sol tarafında geniş bir ambar, aşeneye bitişik yüksek damlı bir ahır, ahırın bitişiğinde bir ağıl ve ahırın üzerinde yer alan üç odalı bir ev. Evin “tahtaboşu”na dik ahşap merdivenle çıkılırdı. “Çocukluğumda bana “uçsuz bucaksız” gibi gelen elma bahçesi alçak bir duvar ile evin bahçesinden ayrılmıştı. Bahçe ziyaretlerimi çekici kılan, anneannemin ikramları arasında yayık ayranı ve mısır közlemesinin ayrı bir yeri vardı. Anneannemin kış aylarında sıkça yaptığı arabaşı çorbasının ve yaz-kış eksik olmayan batırığının, babaannemin bayram yemeklerinin vazgeçilmezi toyga çorbasının damakta bıraktığı tadı ve aldığım lezzeti bugüne kadar başka hiçbir yiyecek veya içecekte bulamadım.

Köylü Halam’ın konuğu olarak ağırlandığım köy yaşamımda; her sabah erkenden kalkılır, düğürcükten yapılmış kemikli sabah çorbası içildikten sonra mevsime göre bahçelerden birine veya bağa gidilir, gün batmadan önce dönülürdü. Üzüm toplama, ot biçme gibi bana cazip gelen hafif işlere yardım etmekten zevk alırdım. Ot biçme bıçkısının serçe parmağımda bıraktığı kalıcı iz ve bir akrep tarafından sokulmam o günlerden kalan anılarımdandır.

Meslek seçimimde öğretmenlerimin aşıladığı yurt sevgisi tek belirleyici olmuştur. Halkımızın yüzde 80’inin köyde yaşadığı ve tarımla uğraştığını öğrendiğim yıllarda, ülkem için en yararlı eğitim alanının “ziraat” olduğunu düşünüyordum. Ancak lise son sınıfta, jeoloji öğretmenimiz (Ahmet Güleç) Türkiye’nin jeolojisini ve doğal kaynaklarını öyle güzel anlattı ki, onca yeraltı zenginliğinin bulunması ve işletilmesinin ülke kalkınmasındaki önemi ağır bastığı için meslek tercihim yerbilimi oldu. “Uzman olma” düşüncem, kendisiyle yüz yüze görüşme fırsatım olmasa da 1969-77 yıllarında belediye başkanlığımızı yapan Özcan Genç’in gıyabında şekillendi. Özcan ağabeylerle annemin baba tarafından uzaktan akrabalığı vardı. Annem, annesine “hala” diye hitap eder, bana da “büyük hala” dememi tenbihlerdi. Çok yakınımızda olan evlerini ara sıra ziyaret ederdik. İlkokul yıllarımdaki bir ziyarette annem “Hala, Özcan abisi gibi benim oğlum da okuyup uzman olacak inşallah” derdi. Büyük halamın hafif iç çekerek “Yavrumun okumaktan saçları döküldü” dediğini de duymuştum. O günlerde kendi kendime “Madem uzman olmak bu kadar önemli, ben de Özcan abi gibi çok okuyup uzman olmalıyım” diye söz verdim.

1968-69 öğretim yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Yerbilimleri Fakültesi Jeoloji Yüksek Mühendisliği bölümüne kayıt oldum. 1970-71 öğretim yılında TÜBİTAK Bilim Adamı Yetiştirme (BAY) Grubu lisans eğitimi bursunu kazandım. 1972-73 öğretim yılı sonunda “Jeoloji Yüksek Mühendisi Tahir Emre” imzalı telgraf ile babama mezuniyet muştumu verdim. Dört ay kadar MTA Espiye (Giresun) kampında Jeoloji Yüksek Mühendisi olarak çalıştım.

Aralık 1973 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı doktora bursu ile Fransa’ya gittim ve Tektonik (Yeryuvarının Yapısı) alanındaki doktora çalışmamı Aralık 1977 tarihinde tamamladım.

“Özgürlükler ülkesi” Fransa’da şaşkınlığımı gizleyemediğim pek çok olayla karşılaştım. Yeni tanıştığım kişilerden bazıları nereli olduğum konusunda tahminde bulunurken İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan dışında ülke adı saymazlardı. Ancak Türk olduğumu söylediğimde ezberlerinden Nazım Hikmet’ten Fransızca şiirler okumalarına bir hayli şaşırırdım. Birbirlerine kahve ısmarlamasalar da doktora eğitimi arkadaşlarımdan hayal edemeyeceğim kadar sıcak yakınlık gördüm. Evli olanlar sık sık akşam yemeğine davet ederlerdi. Yemek sonrası sadece erkeklerin hep birlikte masanın toplanması, bulaşıkların yıkanıp durulanması ve yerleştirilmesi işlerini üstlenmesi benim için sürpriz olsa da alışmam kolay oldu. Arazi çalışmalarım için başlıca gereksinimim olan ikinci el aracı eldeki birikimimle alamayacağımı paylaştığım arkadaşım Jacques (Pocachard)’ın araba bedelinin dörtte biri kadar borç vermesi, üniversite bütçesinin “bağış” kaleminden söz etmesi ve bundan yararlanmam için doktora hocam J. Debelmas’ın katkısı hiç beklemediğim olaylardı. Lice’de 6 Eylül 1975 tarihinde yaşanan depremin ardından, Grenoble’da, Türk öğrencilerce başlatılan yardım kampanyası kapsamında, doktora yaptığım Yerbilimleri Enstitüsü (L’Institut Dolomieu de Grenoble; ISTerre) öğrenci ve öğretim üyelerinden iki gün içinde topladığım para yardımının tahmin edemeyeceğim kadar yüksek bir meblağa ulaşması beni bir hayli duygulandırmıştı. Türkiye’yi ve Türkleri hor görenlere, olduğumuzdan daha geri kalmış bir ülkeymişiz imasında bulunanlara, dilimin döndüğünce gerçekleri açıklamaya çalıştım. Ve anladım ki, Çin atasözünde söylendiği gibi, hangi ülkede olursa olsun, gökyüzüne kuyunun içinden bakan kurbağaların “gökyüzü ne kadar da küçükmüş” yargısından kurtulmalarının tek yolu kuyunun dışına çıkmalarıymış.

1978 yılı Ocak ayında Türkiye’ye döndüm ve Nisan ayında KTÜ Mühendislik Fakültesi’nde Dr. Asistan olarak göreve başladım. Aralık 1978-Mayıs 1980 tarihleri arasında Polatlı Topçu ve Füze Okulu’nda tamamladığım askerlik görevimden sonra 1980 yılı Kasım ayında Ege Üniversitesi Yerbilimleri Fakültesi’ne Dr. Asistan olarak atandım. 1982 yılında YÖK tarafından yapılan düzenleme sonrası bölümümüz Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Mühendislik Fakültesi Jeoloji Bölümü adını aldı. Bir yarıyıl Elazığ Fırat Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde “konuk öğretim üyesi” olarak çalışmam dışında yaş haddinden emekli olduğum 2017 yılına kadar DEÜ Mühendislik Fakültesi öğretim üyesi

olarak görevimi sürdürdüm. Bu süreçte yardımcı doçent, doçent ve profesörlük akademik aşamalarını geçtim. 37 yıllık akademik yaşamımda Ege, Fırat ve Dokuz Eylül Üniversitelerinin Mühendislik Fakülteleri ve Fen Bilgisi Öğretmenliği bölümlerinde Genel Jeoloji, Mühendislik Jeolojisi, Stratigrafi, Türkiye Jeolojisi, Harita Çizim ve Saha Jeolojisi zorunlu lisans derslerini verdim. Bu süreçte binlerce lisans ve onlarca yüksek lisans ve doktora öğrencim oldu. Onlar için her zaman elimden gelenin en iyisini ve en içten duygularla yaptığıma inanıyorum. Onlarcası profesör olan, onlarcası da akademik yolda onları izleyen, yüzlercesi mesleklerinin doruğuna ulaşan, kalanları da aynı yolda ilerleyen sevgili öğrencilerimin başarılarını heyecanla izliyor, onlarla kıvanç duyuyorum.

Emeklilik ile sadece üniversite binasındaki mesaim sona erdi. Bilimsel çalışmalarıma devam ediyorum.

Yaptığım araştırmaların çoğu TÜBİTAK tarafından desteklendi. Bunlardan 1990 yılında tamamlanan projemde Gediz Grabeni ve dolayısıyla Menderes Masifi-Batı Anadolu jeolojik yapısını şekillendiren sıyrılma (detachment) fayında ilk çalışmayı yapan ve o yapının isim babası olan yerbilimci olmanın kıvancını yaşadım. Bu araştırma sonuçlarını açıkladığım yayın “Altın Çekiç” ödülüne layık görüldü. Sıyrılma fayının dünyada en iyi gözlendiği yerlerden biri olduğu için, dünyaca ünlü yerbilimciler Salihli (Manisa) ilçesinin Göbekli köyüne (Karadut Mahallesi) “Karadut-Gediz Sıyrılma Fayı”nı görmek için geliyorlar.

TÜBİTAK tarafından desteklenen projelerim içinde beni en çok heyecanlandıran “5000 Dijital İçerikli Üniversite Açık Ders Kaynakları Destekleme Programı” kapsamında 2016 yılın- da kabul edilen Jeoloji Haritaları ders kitabını hazırlama projesi olmuştur. Dijital ortamda TÜBİTAK sitesinden ücretsiz olarak erişilebilen bu 1500 sayfalık ders kitabı 2020 yılında tamamlandı.

Anadolu Türkçe şiirinin öncüsü, tasavvuf ve halk şairi Yunus Emre’nin yaşadığı yıllarda, 13 Mayıs 1277 tarihinde “Şimden gerü hiç kimse kapuda ve divanda ve meclis ve seyranda Türki dilinden gayri dil söylemeye” diye başlayan fermanı yayımlayan Karamanoğlu Mehmet Bey ile aynı toprağın suyunu içmiş olmaktan ve Türk Dilinin başkentinde doğup büyümekten her zaman kıvanç duyan biri olarak beni fazlasıyla mutlu eden bir diğer akademik çalışmam, 2014 yılından bu yana Türkiye Bilimler Akademisi (TUBA) desteğiyle yürütülen “Türkçe Mühendislik Terimleri Sözlüğü” Yerbilim Mühendisliği alanındaki çalış- malarımdır.

Şu anda sürdürmekte olduğum bilimsel çalışmanın temeli 2013 yılında tamamlanan TÜBİTAK projesi bulgularına dayanmaktadır. Aydın’ın Köşk ilçesinde gözlemlediğim yıldırım taşı (fulgurit) boyut olarak dünya çapında bir kayaç örneğidir. Ülkemizde bu güne kadar böyle bir kayaç örneği bulunmamıştır. Bu kayaç yakın zamanda Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca onaylanarak Jeolojik Mirası Koruma Derneği (Jeomirko) tarafından Jeolojik Miras Envanterine kayıt edildikten sonra dünya yerbilimcilerine duyurulacak ve ziyarete açılacaktır.

Meslek yaşamımda unutamadığım hizmetlerimden biri de 1999 Gölcük depremi sonrası Milli Eğitim Bakanlığınca okullarda başlatılan deprem bilgilendirme çalışmaları kapsamın- da DEÜ ve Jeoloji Mühendisleri Odası’nın katkılarıyla İzmir ili, ilçeleri ve yakın köylerindeki ilk ve ortaöğretim okullarında verdiğim “Deprem Nedir-Ne Değildir” konferanslarıdır. Bu çalışmam sırasında minik öğrencilerin gözlerinin ışıltısı şu anda hazırlığını yaptığım bir projenin esin kaynağıdır.

Önümüzdeki yıllarda TÜBİTAK desteği ve ilgili bakanlık ve sivil toplum kuruluşlarının katkılarıyla engelli evlatlarımıza yerbilimi ve depremi anlatmak için tüm Türkiye’yi bir uçtan diğerine dolaşmayı planlıyorum.

“Tartan Konağı” gibi bir kültür varlığının Karaman’a kazandırılmasını sağlayan arkadaşım Remzi Tartan’ın önerisi üzerine “Karaman’ın Jeolojisi” kitabını yazmayı üstlendim ve kitabı ana hatlarıyla tamamladım. Ancak bizim meslekte “derleme” de olsa, gidip yerinde (“in situ”) görmeden bir yerin jeolojisi yazılamaz. Karaman’ın önemli jeolojik yapı ve özelliklerini yerinde görmek ve kitabı tamamlamak için salgın yasaklarının bitmesini bekliyorum.

Sayın Rıfkı Boynukalın’ın isteği üzerine Anı Bisküvi A. Ş’nin basıma hazırlayacağı yeni “Toprak Damlı Evlerin Çocukları” kitabında yer almak üzere özgeçmişimi yazmaya başlarken J. Amado’nun söylediği “İnsanın anayurdu çocukluğudur.” sözü sanki kendiliğin- den yazdıklarımın çerçevesini çizdi. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı yaşadığım Karaman günlerim içerik belirlemede ağırlık kazandı. Beni çok mutlu eden böyle bir “anı paylaşımını” sağladıkları için kitabın hazırlanmasında emeği geçenlere teşekkür ederim.

Değerli hemşehrimiz Bekir Sıtkı Erdoğan’ın dizeleriyle sizlere saygılar sunuyor, esenlikler diliyorum.

“Karaman’a hasretliğim,
Üzüle üzüle bitmez;
Yollar bir ip, dağlar düğüm
Çözüle çözüle bitmez.”

Bu içerik, Anı Bisküvi Kültür Yayınları tarafından Karaman 744. Türk Dil Bayramı ve Yunus Emre’nin 700. Ölüm Yıl Dönümü anısına basılan İbrahim Rıfkı Boynukalın imzalı “Toprak Damlı Evlerin Çocukları II” adlı eserden alınmıştır. İzinsiz kopyalanamaz. Yayın hakları kitap yazarının izni ile Haberinolsun.net.tr’a aittir.

Diğer gönderilerimize göz at

[wpcin-random-posts]

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir