"Enter"a basıp içeriğe geçin

Ömer Üre Kimdir? – Haberinolsun.net.tr

Hadim 1930’ların başı, kocası ölüp iki erkek çocuğuyla dul kalan Zeynep (babaannem) yeniden evlenmek üzeredir. Ancak erkek tarafı iki çocuğu kabul etmez. Zeynep’in kız kardeşi Karaman‘da Kasap Rauf Dinç’in karısıdır ve bir süredir çocuk sahibi olmak istemektedir. İki kardeş oraya gönderilir. Onlu yaşlardaki iki erkek kardeş bir süre teyzelerinin (Raif’in Fadim) yanında kalırlar. Önce büyük çocuk Mevlüt, Bakırcı Koca Mustafa Usta’nın yanına çırak olarak verilir. Daha sonra Fadim teyzenin bir çocuğu olur ve adını Ali Rıza koyarlar. Bu çocuk yıllar sonra Karaman’ın en tanınmış kuyumcusu Kuyumcu Ali Rıza Dinç olacaktır. Böylece ikinci çocuk Mehmet de ayrılmak durumunda kalır.

Mevlüt (Babam) Mustafa Usta’nın bakımını da üstlendiği (besleme) bir çıraktır. Zamanla kalaycılığı ve bakırcılığı öğrendikten sonra askerlik görevini yapar. Koca Mustafa Usta çevrenin de teşvikiyle askerlik dönüşünde usta olan Mevlüt ile büyük kızı Şerife’nin evlenmelerine rıza gösterir. Ablam Mukaddes ve abim Ahmet’ten sonra bu evliliğin üçüncü çocuğu olarak 15 Mart 1952 yılında Mersin’de doğmuşum. O yıllarda babam Mevlüt, Mersin Belediyesi’nde vanacı olarak çalışmaktadır. Beş yaşında iken Rahmetli Büyükbabam Koca Mustafa Usta‘nın “Size Karaman Yeni Mahalle’de bir ev aldım. Gelin burada oturun. Ağır ağır borcunuzu ödersiniz. Gurbette kalmayın” teklifi üzerine alelacele Karaman’a gelmişiz.

O zamanlar sokak çeşmelerinden çürüksu (deresuyu) ve ara sıra da sağ su (içmelik su) kısa süreliğine akardı. Babam rahmetlinin o yoksul haliyle yeni evimizde ilk yaptığı şey temiz su aboneliği idi. Musluğun birini de dış kapının yanına koymuş ve tüm mahallelinin özellikle sepetçi ve elekçilerin de içme suyundan yararlanmasını sağlamıştı.

Annem mahallelinin terzi ablasıydı. Gökgöz’ün dükkanından alınan mavi kumaş boyası ile boyanan Konya Şeker damgalı şeker torbalarından yerine göre iç çamaşırı, gömlek, yerine göre pantolon diker, ölçüyü de sol eliyle esnek hesabıyla yapardı.

Mahalle benim ilk okulumdu. Onlu yaşlarımda varlıklı değil ama çok zengin bir uyarıcılar dünyasında yaramaz, aktif, meraklı ve nispeten sosyal bir çocuktum. Özellikle yaradılıştan insanda programlanmış olan merak içgüdüsünün o yıllarda ailem ve çevrem tarafından bastırılmamış olmasına şükrediyorum. Yoksulluk alabildiğine ama özerklik, özgüven ve girişim duygusu da öyle. Aklımda kalanlar; yeni mahalledeki akranlarımla oynadığım oyunlar, yarışmalar, gece oyunlarından kemik atmaca, gece yarılarında bile mezarlığın duvar diplerinde saklambaç oyunlarımız, ıslak bezle eşek arısı ve zambur avlayıp onları yer örümceklerinin (böğü) deliğine sokmalarımız, kum örümceklerini çöple döndürerek çıkarmamız, mezarlığın biz çocuklar için yasak ve bilinmez olan arka taraflarını keşfe çıkışlarımız, İsmail Öget amcanın besi ahırındaki biriktirilmiş yanmış gübrelerin üzerinde perende atışlarımız, cenazelerde ve sünnet düğünlerinde göz önünde olmayanları anlama keşiflerimiz, hemen arka sokağımızdaki elekçi ve sepetçi komşularımızın kavgalarını ve bize yabancı gelen yaşantılarını merakla izlemelerimiz, Saya gezmelerimiz, (“Saya geldi saydınız mı? Selam verdi aldınız mı?” Sayayı ve ne olduğunu anlamaya çalışmıyor ama bizim oynamamız için hazırlanmış bir oyun olduğunu düşünüyorduk.) yazların olmazsa olmazı yaz Kur’an kurslarındaki öğrencilerin ekip dayanışmasını, Körhafız’ın doğru telaffuz için dış kapı anahtarıyla ağzımızı “Bismillah” diyerek açmalarını hatırlayabiliyorum. Yaşar Aksoy, Yüksel Çavuşoğlu ağabeylerin mezarlık yanında yaptıkları futbol maçında kaleyi koruma görevinin Rodi tiplemesiyle bana verildiğini, topu kurtarırken yaralanan elimdeki kanamayı durdurmak için Yaşar Abinin yaralı parmağa işemek gerekir deyip bir oyuncunun elime işemesini sağladığını dün gibi hatırlıyorum.

Yeni Mahalle’de bir sürü yoksul ailelerden biri de bizim aileydi. O zamanlar Hasanobalı rahmetli Ali Amca, (Çavuşoğlu) oğulları Ziya, Necati, Faik ve Yüksel ağabeyler ailecek yoksul ailelere kol kanat gererken kapılarımızın önünde kimi zaman bir çuval buğday, kimi zaman da onlarca sebze, kavun, karpuz bulmamız bizi hiç şaşırtmazdı. Bunları minnet duygularıyla hatırlıyorum. Hamiyet duygusu yeterince gelişmişti komşular arasında. Rutinlerimizden biri de her on günde bir abim Ahmet Üre ve ben yarımşar çuval buğdayı sırtımızda üç yüz metre aşağıdaki Zengenlilerin değirmenine götürürüz. Öğütülmüş buğdayı (unu) almak için değirmene geldiğimizde abim elinde buruş buruş olmuş kâğıt beş lirayı uzatır. Değirmen parasını almadığı gibi değirmen hakkı dedikleri çarkların arasında kalan unları da toplayıp iki büyük çuval yapan ve kendi el arabalarıyla onları taşımamıza yardım eden değirmencileri de sonsuz minnet duygularıyla hatırlıyorum.

Taşınıyoruz

Yeni Mahalle’ye Mersin’den geleli beş sene olmuştu. Ben evimizden ve arkadaşlarımdan çok memnunum. Beş yıl sonra babam düzenli bir ödeme yapamadığı için büyükbabam ve ortağı Yağcı Ziya evi satarlar. Bu sayede kendi evlerinde yalnız kalan büyükbabam ve anneannem “Gelin yanımızda kalın. Bir sürü ev, oda var” teklifini yaparlar. Büyük babamların yanına taşınıyoruz. Artık Yeni Mahalle’den çok daha farklı, özellikle kapı önlerinde toplaşıp oturan yaşlı teyzelerin denetim ve yönetiminde gibi görünen Kırmahalle’ye (Kırım Mahallesi) alışmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Şimdi düşünüyorum, bu benim ilk büyük gelişim travmamdı. Çünkü tüm arkadaşlarım, tüm duygusal, duyuşsal yatırımlarım, birinci türden ilişkilerim bitmiş ve yeni bir şey için hiçbir şey yapamıyorum. Ortaokul yılları, yanımda bir tanış destek olmaksızın Büyük Cami, Kavaklı yol, garaj ve okul arasında geçti. Ortaokulda hep tatil günlerini beklediğimi hatırlıyorum. Derslerim çok kötü, Fransızca hariç tüm derslerim yerlerde. Çift dikiş derdik o yıllar. Tavuğun kursağını eksik (taşlık) çizdiğim için tek derse kalıp, o tek ders için bir yıl beklediğimi ve okulda okumaktan hoşlanmadığımı hatırlıyorum. Mehmet Özen, Ahmet Altıparmak, Mehmet Zeki Dölek, Kemal Kurt ve pek çok arkadaşların benden iki yıl önce mezun olduklarını yıllarca hiç unutmadan hatırlıyorum.

Ortaokul yıllarında sevgili Dayı oğlu Abdulkadir Kalaycı ile yakınlaştık, canciğer arkadaş olduk. Beni bu uzun boylu depresif tablodan çıkardı. Ralleigh bisikletinin arka selesi benim sayılırdı. Onun arkadaşları arkadaşım, akrabaları akrabam oldu. Onu model aldığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Kaligrafiye çok yatkındı ve benim de yazı takımı almamı ister ve nasıl yapılacağını gösterirdi. Hobilerimin ve o dönemdeki kararlarımın arkasında onun etkisini hissediyorum. Benzer süreçleri lisede de yaşıyordum.

Lise yıllarımda babam sıhhi tesisatçılık yapıyordu. Daha çok da yeni binaların sıhhi tesisat borularının döşenmesi işini ben yapıyordum. Sabah bisikletle dükkâna ya da inşaata gitmek, saat dokuza doğru liseye yönelmek, öğleden sonra üç gibi okuldan tekrar inşaata gitmek tek rutinimdi o yıllar. Okul yine çift dikiş, o kadar çok sınıfım oldu ki, alt sınıftakilerle bir yıl sonra aynı sınıfta oluyorduk. Lise I de ikinci yılım, babam rahmetlinin “Oğlum İmam-Hatip Ortaokulu açılmış, buradan kaydını al, oraya kayıt yaptıralım” diye çok yalvardığını, abimin ve benim iyi bir müezzin olup mahalle camisinden ezan okumamızı ve imamı olmayan camilerde namaz kıldırmamızı çok istediğini hatırlıyorum. Lisede Zeki Sağkaya, Sami Yılmaz, Mustafa Okur, Halit Uçar, Mustafa Hancı, Şahin Özkan ve Abdulkadir Kalaycı’dan oluşan bir yakın arkadaşlar grubumuz olmuştu. Artık kendimi daha iyi hissediyordum.

Lisede üzerimde derin etkisi olan Halit Bardakçı hocamın çok güzel olmasa da resimlerimi sergiye kabul ederek özgüven ve inisiyatif duygularımı onardığını hatırlıyorum. Biyolojiye ve klasik müziğe ilgimin ardında Nursel hocanın verdiği ödevler olduğunu düşünüyorum. Selçuk Yıldırım hocanın okul mezuniyet gecesinde beni yüreklendirmesi de unutamayacağım.

Lise mezuniyeti ile üniversiteye giriş kaygısı başladı. Benim hiç beklentim yoktu. Neredeyse sınıf arkadaşlarımın çoğu ya bir dershaneye yazıldılar ya da sınav kitapçıklarını edindiler. Sınıfımızda yatılı öğrenciler de vardı ve onlar sınavdan en yüksek alarak okulun gururu oldular. Neticede sınavda benim aldığım puan da beni çok sevindirdi. Lise mezuniyet yıllığında arkadaşlarımın benim için uygun gördükleri filozof ya da psikolog olmak için puanımın yeterli olduğunu kısa sürede öğrendim.

Ankara, Bahçeli 2. Cadde Tavukçuoğlu Apt. No:1

Hacettepe Psikoloji bölümündeki eğitimim o zamanki tehlikeli öğrenci olaylarına rağmen çok iyi gidiyordu. Öğrenmekten zevk alıyordum ve kendimi değerli ve önemli hissediyordum. Üniversite beni değiştirmişti. Ortaokul ve lisedeki Ömer değildim artık. Günlerim kütüphanede geçiyordu. Lisans diplomamı 1979’da aldıktan sonra Hacettepe Üniversitesi, Sağlık Koleji’nde sözleşmeli öğretmen olarak derslere girmeye başladım. Bir yılın ardından Sağlık Bakanlığı Ankara Onkoloji Hastanesi’ne psikolog olarak atandım. Ankara’da da yakın arkadaş grubumuz oluşmuştu. Başta Ahmet Tek, Ahmet Cicibıyık, Ahmet Güvenek, Ramazan Ünal, Mustafa Okur, Işık Hancı, Mehmet Yılmaz Başer aynı evde kaldığımız veya sık sık görüştüğümüz arkadaşlardı.

Hastanede çalıştığım yıllar içinde Hacettepe’de Psikolojik Danışma Bölümünde Bilim Uzmanlığı, Ankara Üniversitesi’nde ise Psikolojik Danışma Doktora derecesi aldım. Doktora konum memesi alınmış kanser hastalarının psikolojik sorunlarına grup terapisinin ve grup rehberliğinin etkilerinin karşılaştırılması ile ilgiliydi.

Evleniyorum

Rahmetli annemin (Şerife Üre) benden habersiz Karaman’da kız isteme teşebbüsleri başarısız olunca “Oğlum kendin bul evleneceğin kızı, sakın Ahmet’in dedikleri gibi bir şeyler yapma yavrum” der. Meğer askerde bana kütük taşıttıran Ahmet Harmanizi anneme “Hala, Ömer’i everecekseniz hemen everin, yoksa Ankara’da iki çocuklu bir kadını gelin diye getirecek ha!” demiş. Annemin telaşı bu yüzdenmiş. Annemden oluru alınca Mefküre yengemin (Ahmet abimin eşi) kardeşi ve eşi, Emine ve Ahmet Cicibıyık’ın destekleriyle Sınıf Öğretmeni Rukiye Dursun’la tanıştırıldım. Kısa süre sonra 1982, 8 Aralık’ta evlendik. Dini nikahımızı Mahmut Toptaş Hoca, Ramazan Ünal şahitliğinde kıymışlardı.

Klinikten Bürokratlığa ve Oradan Akademiye

Onkoloji Hastanesi’nde 12 yıl çalıştıktan sonra 1992 yılında Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesindeki Ruh Sağlığı Daire Başkanlığına bağlı Araştırma Müdürlüğüne atandım. Türkiye’deki tüm Akıl ve Ruh Sağlığı hastanelerinin bağlı olduğu bu birimde iki yıl görev yaptım. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin davetiyle Psikolojik Danışma ve Rehberlik Anabilim Dalı Başkanlığına öğretim üyesi olarak atandım. Ailece 1994 Eylül’ünde Konya’ya taşındık. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi o sıralar Türkiye’nin en büyük Eğitim Fakültesi’ydi. 1996 yılında Doçent, 2002 yılında Profesör oldum. Sevgili babamı kaybettiğim 5 Eylül 2002 tarihinde cenaze ile ilgilenip, taziyelerle uğraşırken Ankara Üniversitelerarası Kurul’dan gelen bir telefonla Eğitim Fakültesi Dekanı olarak görevlendirildiğimi öğrendim. Daha sonraki yıllar değişen yönetim ile bu defa Selçuk Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Dekanlığına atandım. Görevim gereği Üniversite Yönetim Kurulu, Senato üyeliği ve Fakülte Kurulları Başkanlığı görevlerinde bulundum. Selçuk Üniversitesi’nin bölünüp Eğitim Fakültesi’nin Konya Üniversitesi ve sonrasında Necmettin Erbakan Üniversitesi’ne bağlanması sonrasında tekrar fakültedeki Bölüm Başkanlığı görevime geri döndüm. Zorunlu emekliliğim gelmeden 2012 yılında emekli oldum. Emeklilik yıllarımda özel üniversitelerde sözleşmeli öğretim üyeliği yaptım. Şirket ortaklığı ve danışmanlık ofisinde profesyonel olarak çalışan ve yönetici danışmanlığı, çocuk ergen sorunları danışmanlığı yaptım. Son iki yıldır da Kıbrıs İlim Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde öğretim üyesi ve Dekan olarak görev yapmaktayım.

Ailem

Eşim sınıf öğretmenliğinden emekli. Neredeyse kırk yıldır birbirimizi değişmeye zorlamadan (çorapları toplama hariç) iki kızımızı büyüttük. Eğitimlerini tamamladılar. Daha onlara “Haydi kızım biraz dersinize bakın dediğimi” hatırlamıyorum. Büyük olan Zeynep Dr. Diş Hekimi olarak üniversitede çalışıyor. Torunumuz dünya tatlısı Ece Hazar’ı kocası Mehmet’le beraber büyütüyorlar. Küçük dünyamızda küçük kızım Fatma Işılay örnek bir kariyer gelişimi gösterdi. Şimdi bir üniversitede doktor. Dil ve Konuşma Terapisti olarak görev yapıyor. Kocası Murat’la beraber dünya tatlısı torunumuz Ömer Hasan’ı büyütüyorlar.

Ablam Mukaddes Tuğrul, Abim Ahmet Üre, kız kardeşim Mükerrem Cengiz Konya’da, diğer üç kardeşim Mustafa, Ali ve İbrahim Üre de Karaman’da ikamet etmektedirler. Sağlıkları için duacıyız.

Kariyer

Mesleki yetkinlik olarak çocuk ve ergen gelişimi ve sorunları, Travma ve travma sonrası sorunlar, aile içi şiddet, istismar, ihmal, tek ebeveynli çocuklar, rup terapileri, öfke kontrolu ve krize müdahale gibi konularda dersler veriyorum.

Yazımda vefat etmiş büyüklerimiz ve yakınlarımız için Allahtan rahmet diliyorum. Mekanları cennet olsun. Sağ olan büyüklerimize, arkadaşlara selamlar, hürmetler ediyorum.

Sonuç

Hayatımı kısmen özetlemeye çalıştığım bu yazıda belki de söylemem gereken birkaç şey olmalıydı.

– Erken çocukluk dönemleri insan yavrusunun en temel gelişimi ve kişilik donanımı için vazgeçilmez önemdedir

– Çocuk küçük bir yetişkin değildir.

– Çocukluktaki zorlanmalar, yetersizlikler çoğu zaman yetişkinlikteki sorunlarımızın nedeni olabilir.

– Olumsuz yaşantılar kimliğe yerleşir, ilerde düzeleceğini zannetmeyiniz.

– İyimserlik ve kötümserliğin temelleri bu dönemlerde atılır.

– Özgüven duygusu, özerklik duygusu, girişim duygusu ve başarma duygusu çocukluk döneminde kazanılır ve en önemli duygulardır.

– Çocukluk döneminin en önemli kişileri ebeveynle beraber akranlardır.

– Çocuğu yüreklendirme, ona değer atfetme, onunla gözlerine bakarak konuşma, (önyargısız, utandırmadan) onu iyileştirecektir.

– Onu değişmeye zorlamayın, onun henüz sizin bilmediğiniz farklı bir kişiliği olacaktır. Pozitif bakın.

– Sevip hoşlanmadığımız komşumuzun çocukları bizim çocuklar için en değerli ihtiyaçtır.

– Çocuklukta kesin itaate alıştırdığımız çocuğumuz itaat etmeyi seven, emir almayı, yönetilmeyi, sorumluluk almamayı seven ve kendi çocuklarını da öyle yetiştirmek isteyen bir yetişkin olacaktır.Sevimli çocuk sağlıklıdır. Uslu çocuk için düşünmek gerekir.

– Yeni evlenenlerden tek dileğim “Sakın birbirinizi değişmeye zorlamayın. Birbirinizi neyseniz öyle kabul ettiniz, birbirinizi sevin yeter. Değişme kendiliğinden olur yani birbirinize benzemeye başladınız bile.”

– Kıbrıs İlim Üniversitesi, Girne, Ozanköy

– Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekanı

Bu içerik, Anı Bisküvi Kültür Yayınları tarafından Karaman 744. Türk Dil Bayramı ve Yunus Emre’nin 700. Ölüm Yıl Dönümü anısına basılan İbrahim Rıfkı Boynukalın imzalı “Toprak Damlı Evlerin Çocukları II” adlı eserden alınmıştır. İzinsiz kopyalanamaz. Yayın hakları kitap yazarının izni ile Haberinolsun.net.tr’a aittir.

Diğer gönderilerimize göz at

[wpcin-random-posts]

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir